Kendinizi bir boşluğun hiçliğinde
hissetmek. Buna bir anlam tanımlayamadan yalnızca tüm bedeninizin iliklerine
kadar hiçliği hiç olmadığı kadar, hiç sayılmış gibi hissetmek sizde ne etki
yaratırdı? Ya da sizde bırakılan hiçlik neydi? Anlamlandıramadığınız kocaman
bir boşluk.
Varlık yaratıldı, onu biz yarattık ve
sonra unuttuk. Yaşama tutunabilmek için başka seçeneğimiz yoktu. Sevgiyi,
neşeyi, heyecanı, acıyı, hazzı, hırsı, nefreti oluşturan tüm kavramların yapı
taşlarını oluşturan eğer bizlersek; bir hiçten ibaret olduğumuz da yadsınamaz
gerçekliğiyle içimizde bir saplantı haline dönüşür. Yarattığımız duygu
bileşimlerinde takılı kalmak, ruhumuzun sonsuzluğu ardında çırpınışlarımızın
bir hezeyanı olarak enkaz altında kalmaya maruz bırakılır. Altında ezilmekte
olduğumuz yankılarımız bizde nefret iç güdümüzü ortaya çıkarırken, var
olduğumuzu duyumsarız. Bununla birlikte ortaya serdiğimiz, bilincimizin takılı
kaldığı, devamlı acılar içinde yaralı ıstakozlar gibi sürünmelerimizi, birer
saplantı haline getirip, çığırından çıkılamayacak hale büründürürüz kendimizi.
Tıpkı bir bukalemunun anlık duygularına göre değişmekte olan renk pigmentleri
gibi. Duygularımızı bir tuvale vurulan fırça darbeleriyle adeta sanatsal ve
nefretle savurur, kaçış için kendimize rotalar oluşturarak öfkemizi de tanrı
tanımazlığımızla ecelini vermekte olan birer canlı gibi çığlıklarla zalimce yok
ederiz. Bilincimizde tanımlayıp anlam veremediğimiz saplantı, ardında nefreti
getirirken, bizler de kendimizi o boşluğun içerisinde birer hiç hissetmeye
mahkum kılıp, sınırlar koyarız. Oysa sınır bir şeyin durduğu yerde değil, tam
tersine aslında başladığı yerde ortaya çıkar. Ve nihayet, varlık hiyerarşisinin
en altında yatan mutlak gerçekliği en uzağımızda hissederek, hiç olur gideriz. Nefret
ise tam da burada bizi kör noktada köşeye sıkıştırıp, içinden çıkılamaz bir
algoritmanın ortasında bırakır. Varlığın yoksunluğuyla kimliği ve faaliyeti
için gerekli olan gerçekliğin olmayışı arasında sıkışıp kalmak, çok uzaklarda
olağan dışı bir maddeye dönüşmek kadar tiksinti vericidir. Yaşayanlar olarak bu
durumu anlayabilecek olsaydık, temel algı düzeyimiz varlık tanımımıza bağlı
olmazdı ve duygularımızı kontrol edebilme noktasında içimizdeki çığlıklarımızı
susturma karmaşasında da bulunmamış olurduk.
İnsan zamanın ötesinde her şeyi değerlendiren ve her şeye belirli
anlamlar yüklemeye münasip bir varlık olmasından dolayı, hiçliği de her şey
olmanın ya da bir şey olmanın ötesine koyma yükümlülüğünü omuzlarından atamaz
ve hiçliği dahi bir şey olma eylemine zorunlu hale getirir. Dolayısıyla evreni,
hayatı ve insanları varoluşun bütünlüğünde anlamsız bulmak, bir boşluğun
hiçliğinde hissetmek kadar zordur ve dünyalar arasında en kötüsü olarak ilanını
sürdürür. Yaşamın bize ortak paydada sunduğu şölen boşluktaki hiçlikse, nefreti
de sunan hiçliğin ta kendisidir. Çünkü bizler yalnızca var olandan nefret
edebiliriz. Hiçliği son derece tehlikeli bir saplantı yapan şey de budur.