Translate

Bu Blogda Ara

10 Haziran 2023 Cumartesi

Hiç

 

    Kendinizi bir boşluğun hiçliğinde hissetmek. Buna bir anlam tanımlayamadan yalnızca tüm bedeninizin iliklerine kadar hiçliği hiç olmadığı kadar, hiç sayılmış gibi hissetmek sizde ne etki yaratırdı? Ya da sizde bırakılan hiçlik neydi? Anlamlandıramadığınız kocaman bir boşluk.

      Varlık yaratıldı, onu biz yarattık ve sonra unuttuk. Yaşama tutunabilmek için başka seçeneğimiz yoktu. Sevgiyi, neşeyi, heyecanı, acıyı, hazzı, hırsı, nefreti oluşturan tüm kavramların yapı taşlarını oluşturan eğer bizlersek; bir hiçten ibaret olduğumuz da yadsınamaz gerçekliğiyle içimizde bir saplantı haline dönüşür. Yarattığımız duygu bileşimlerinde takılı kalmak, ruhumuzun sonsuzluğu ardında çırpınışlarımızın bir hezeyanı olarak enkaz altında kalmaya maruz bırakılır. Altında ezilmekte olduğumuz yankılarımız bizde nefret iç güdümüzü ortaya çıkarırken, var olduğumuzu duyumsarız. Bununla birlikte ortaya serdiğimiz, bilincimizin takılı kaldığı, devamlı acılar içinde yaralı ıstakozlar gibi sürünmelerimizi, birer saplantı haline getirip, çığırından çıkılamayacak hale büründürürüz kendimizi. Tıpkı bir bukalemunun anlık duygularına göre değişmekte olan renk pigmentleri gibi. Duygularımızı bir tuvale vurulan fırça darbeleriyle adeta sanatsal ve nefretle savurur, kaçış için kendimize rotalar oluşturarak öfkemizi de tanrı tanımazlığımızla ecelini vermekte olan birer canlı gibi çığlıklarla zalimce yok ederiz. Bilincimizde tanımlayıp anlam veremediğimiz saplantı, ardında nefreti getirirken, bizler de kendimizi o boşluğun içerisinde birer hiç hissetmeye mahkum kılıp, sınırlar koyarız. Oysa sınır bir şeyin durduğu yerde değil, tam tersine aslında başladığı yerde ortaya çıkar. Ve nihayet, varlık hiyerarşisinin en altında yatan mutlak gerçekliği en uzağımızda hissederek, hiç olur gideriz. Nefret ise tam da burada bizi kör noktada köşeye sıkıştırıp, içinden çıkılamaz bir algoritmanın ortasında bırakır. Varlığın yoksunluğuyla kimliği ve faaliyeti için gerekli olan gerçekliğin olmayışı arasında sıkışıp kalmak, çok uzaklarda olağan dışı bir maddeye dönüşmek kadar tiksinti vericidir. Yaşayanlar olarak bu durumu anlayabilecek olsaydık, temel algı düzeyimiz varlık tanımımıza bağlı olmazdı ve duygularımızı kontrol edebilme noktasında içimizdeki çığlıklarımızı susturma karmaşasında da bulunmamış olurduk.

      İnsan zamanın ötesinde her şeyi değerlendiren ve her şeye belirli anlamlar yüklemeye münasip bir varlık olmasından dolayı, hiçliği de her şey olmanın ya da bir şey olmanın ötesine koyma yükümlülüğünü omuzlarından atamaz ve hiçliği dahi bir şey olma eylemine zorunlu hale getirir. Dolayısıyla evreni, hayatı ve insanları varoluşun bütünlüğünde anlamsız bulmak, bir boşluğun hiçliğinde hissetmek kadar zordur ve dünyalar arasında en kötüsü olarak ilanını sürdürür. Yaşamın bize ortak paydada sunduğu şölen boşluktaki hiçlikse, nefreti de sunan hiçliğin ta kendisidir. Çünkü bizler yalnızca var olandan nefret edebiliriz. Hiçliği son derece tehlikeli bir saplantı yapan şey de budur.  

14 Eylül 2022 Çarşamba

Sanrı

 

    Sanrılarımız içinde kurulan bu ebedi boşluğun temelinde yatan büyük çaresizlik vardı. Tutsaklığın sonucunda oluşan ıstırap kıvılcımları, bizi kendi pervanemiz peşinde dönmekten ziyade başka bir yola sürüklüyor, daha karmaşık bir döngüde, bizi biz olmamızı sağlayan yaşama arzularımızdan uzak tutuyordu. Sorgulamamıza dahi imkan tanınmayan toplumsal iç güdümlerde, cevabını gizli saklı perde arkalarında, içimizde bir sır tutar gibi yaşamamızı sağlayan veyahut zorunlu kılan toplumsal normlarda ararken, yaşamanın ne kadar heyecan verici yönü ve anlamı vardı ki? Gerçek bütün çıplaklığıyla ortada durduğu halde insan ona sırtını dönüp ayrı bir yol tutuyor ya da buna zorunlu bir şekilde itaat etmek zorunda kalıyorsa, sanrılarımız içinde boşluğa ebediyen gömülmeye mahkum kalacağımız gerçeği yadsınamazdı. Hiçbir şeyin hakikatten daha karmaşık, hakikatten daha çapraşık olmayışı da insanı felakete sürüklemeye neden oluyordu. Belki en çok korktuğumuz şey; toplumun süregelen kaygısız ve kayıtsızlığına katılmaktı. Değişim için yaptığımız her evrensel form ne kadar mükerrer ve muhteşem olursa olsun, akıbetinin yalnızca ilelebet çözülüp zeval bulmasından geçiyordu. Bunların çoğu insanın içinde yaşadığı çöküş dönemlerinin ayrılmaz bir karakteristiği olarak gelgeç heveslerden ibaret olacak, önüne çıkan ilk engelde ya körelecek ya da törpülenerek uyum sağlamak zorunda kalacaktı. Mesela bu karanlık dönemin her fanisi gibi o da boş bir kuruntudan başka bir şey olmayan benlik davasının kurbanı sayılacaktı. Üstelik bu durumda sahte kişilik ve karşı konulmaz pervanelerin ardında alçakgönüllü kılığına bürünmüş insanlar en iflah olmaz ve yola gelmezi olarak karşınızda belirecektir. Buna karşı doğan bütün huzursuzluk ve düzenlik, size gösterilmekte olan belirli kılıklara bürünmüş insanların bu düzenin ayakta tutulması gerektiği iddiasından vazgeçirmeyecekleridir. Bunlar zamanımızın uyutma, avutma ve uyuşturma faaliyetlerinin ağından faydalanan ve her nasılsa bunlardan nasibini almış kişilerdir. Dolayısıyla insanın kendisini açma ve açık tutma çabasında sadece yakın gerçeği değil, yakınlaşmakta olanı da düşünüp, hakimiyet ve sömürü çemberinin dışına kendisini atabilmelidir. Güdüsel meraklarımıza yenik düşme bizi standartlarımızdaki dürtülerimizin bağlılığı dışına çıkarmayıp, büyük sanrısal çaresizlik çukurunda cebelleşmenin ötesine geçirmeyecektir. Bir devrin şartları ne kadar elverişsiz olursa olsun, o elverişsizliği telafi eden yine bir devrin düşünce ve gerçekliği üzerindeki etkisi olacaktır.

2 Mart 2021 Salı

Aydınlıktan Öteye

     Başlamayı beceremediğimiz yolsuz sapkınlığımız,  bir yerde durmaktan başka çare göstermiyor ve yolumuz gittikçe çıkmaz bir hal alıyordu. Kafamıza takılan bir soru vardı, biz kimdik ve ne yapmalıydık? İşte her şeyin bu döngüyle başlayıp, bitişini bizim bile kestiremediğimiz evrensel yolda yaşantımız sonsuzluğa gömülüyordu. Çözümü yaşamın içinde aramaktansa, hep başka yollarda vaktimizi harcıyor ve tekrar döngüyle baş başa kalıp, bulunduğumuz noktaya yeniden dönüş sağlıyorduk. Yaşamak işte tam da bu zamanda ortaya çıkıyordu. İçimizde barındırdığımız közlenmekte olan heyecanımızı yeniden alevlendirmeye ne kadar can atsak da, esir olmuş bedenimizi gün yüzüne çıkarmak hiç kolay olmayacaktı. Çünkü fedakarlıklar üzerine kurduğumuz yaşantımızda, kendimizi dahi görmezden gelip kısrak bir canlı gibi bütünleşmeyi sağlamak, bulunduğumuz yerden metrelerce arşa çıkmak kadar güç, hatta zorlayıcı olmanın ötesinde imkansızdı. İmkansızlık bir yerde bizlere yeniden doğuşu göstermenin kapılarını aralamaktaydı. Peki kimliklerimiz içinde can çekiştiğimiz, bizim kim olduğumuzu sorgulamamızdaki asıl etkenin, aralanan kapılar ardında pusuya yatmış cevaplarımız olması mıydı? Bilmiyoruz. Fakat kurguladığımız sorunların başlangıcını kestiremediğimiz her vakit, bize yeni bir düşman kazandırıyor olması en etkili nedenler arasında sayılabilirdi. Kendimizi tanımamız dahilinde ilk soruna çözüm bulabilseydik eğer, ikinci etken maddeye yönelebilmeyi bir başarı olarak nitelendirebilirdik. İşte buradaki ikinci dalgamız ise ‘ne yapmalıydık?’ sorusuna odaklanmamız olacaktır. Ziyafetlerle hazırlanmış bir sofranın en baş köşesine oturup, önüne birçok çeşit yiyeceklerin iştahla gelmesini bekleyen, karnı ve gözü aç bir canlı gibi olmak, kendinize yaptığınız en büyük hata olacaktır. Oysa, o sofraya bir tabak da siz koysanız, amacınızdaki yönelimlere katkıda bulunacaksınız. Maalesef ki sorunların çözümlerini kolay yoldan halledebilmeyi seçmek, insanoğlunun armudun pişip ağıza düşmesiyle eş değer haline getirmesi kadar basit oluyor. Fakat gerçek evrende bu düzen böyle işlemiyor. Hazırlanmış bir dünyada, belirlenmiş bir ailede, sonuçlanmış bir cinsiyette var olmamız, bizlerin önümüze gelen veyahut istediğimiz her şeyi kolayca elde edeceğimiz anlamına gelmiyor. Var olduğumuz sınırlı yaşam süresinde, kimi şeyler kendi tercihlerimiz kapsamında onaylanmadan belirlenmiş olsa bile, geriye kalan seçimlerimiz bize mahsus kılınmıştır. Burada bize düşen en büyük görev, klasikleşmiş toplumsal düzene uyum sağlama zorunluluğunda hissetmemek. Mentalitemize uygun fikirlerimizi hiçbir baskı altında kalmadan ve kolaya erişebilmek adına basit indirgemeler yapmadan çözüm odaklı yaklaşabilmektir. Bizler ancak, sorgulamanın ötesine geçmeyi başarabildiğimiz an kim olduğumuzu ve ne yapmak istediğimiz konusunda aydınlığa ulaşabiliriz. Yoksa fedakarlıklar, basit yollar, boşa vakit harcamalar ve yeniden başa sarmalarla yolsuz sapkınlığın içinde dönüp durmaya devam ederiz.

7 Ekim 2020 Çarşamba

Adı mı? Onu da siz getirin

     Ete kemiğe bürünmüş, alavere dalaveresi olmayan bir oyun bu. Çocukların ulaşıp oynayamayacağı bir oyuncak. Sarfınazar edilemeyecek kadar yüce, kimsenin göremeyeceği kadar da gizli bir büyü. Akıl ile savaş içinde olan, içselliği bastırılmaya meyillenmiş, patlamaya hazır bir bomba gibi. Varoluşun vazgeçilmez halüsinasyonu ve yok olmanın en kadim yardımcısı. Kaç müstebit insanı tövbeye getirip kaç günahsızı isyana sürükleyen, yaşatan, uykularında kabuslar görmesine yol açan, olasılıklar arasında gizlenmekte, sonu felakete sürüklemeye tabi tutan korkulası bir durum. Yine de insanla başlayıp, insanla biten; insan olduğunu hatırlatan, insana az, insana öz, insana has bir insan parçası. İşte bu aşk. Tarifi binlerce mil uzaklıkta dahi değişime uğramayan tek oyun. 

6 Ekim 2020 Salı

Küf

       Kimliklerimizi çamaşır ipine asıp oradan öylece çıkıp gitmişiz. Yaşamın akıl almaz düzeneğinde var olma içgüdüsüyle, uzaktan yakından ilişkimizi sorgulamamıza dahi olanak sağlanamayan toplum baskısından, bir süreliğine uzaklaşmak için yapamayacağımız hiçbir şey yoktu. Tıpkı gözlerini kısmış, odaklandığı avına adım adım yaklaşmakta olan ve bundan asla caymayacak bir pars gibi. Değiştiremeyeceğin gerçek ve düş arasında koşullanmaya tabii tutulmuş varlıklara gösterebileceğin tek olası sahicilik de, senin esas karakterize edilmiş benliğin olacaktır. Değişenin sen olduğunu, kendilerine benzetme çabasında oldukça ısrarlı olacak etrafındaki fanilere müsemma göstermek, seni sonu belli olmayan dipsiz kuyuya atmak kadar canice olacaktır. Öyle ki karşınıza çıkacak, karakterlerini yaşadıkları yasalara uyarak, ilişkilerini tanzim eden insanlar topluluğu altında vaziyetlerini bir avuç toprakla yetinerek kapamış, kuytu köşelerde karanlıklar içinde gizliliklerini devam ettirenler, sizlerin sisteme karşı birer kaçık olduklarınızı düşüneceklerdir. Bu vaziyette yapacaklarınızı bir boyunduruk altına girmeden, hakiki ve hakkaniyetli yaşama arzusuyla, yalnız veya yoldaşlarınızla yola koyulmanıza engel olabilecek olası durumlara göz yummayarak büyük bir hiyerarşik sistemi yıkmış olacaksınız. Ardından gelen sert ve acımasız eleştirilere maruz kalma, sizlerin doğru yolda ilerlediğinizi göstermiş olacaktır. Tüm bu olası durumları göz önünde bulundurarak maruz kalacağınız ötekileştirilmeyi kabul etmelisiniz. İnsanlar kendisinden farklı olan her şeyi ötekileştirdiği gibi, sizler de sisteme meydan okumuş birer ‘öteki’ olmaya mahkum kılınacaksınız. Onların mahkum anlayışı, sizlerin özgürlüğü olacak. Aynı çeşmeden ağzınızı dayayıp su içmeyecek kadar öteki olsanız da, ulaştığınız noktada zafer çığlıklarınız bedeninizi su kadar saf ve temiz kılacak. Tıpkı Yuhanna’nın da dediği gibi; ‘Benim vereceğim su, içende sonsuz yaşam için fışkıran bir pınar olacak.’